30 Temmuz 2014 Çarşamba

Doğru nefes alarak hayatınızı değiştirin!





Nefes hayat  demek ve nefes yoksa yaşam da yok. Nefesi doğru almadığımızda çok daha çabuk hastalanıyoruz. Çünkü organlara yeterince nefes gitmediği için beslenemiyorlar. Nefes tam değilse Sinirli ve gergin bir yapıya sahip oluyoruz. Hayatı daha kopuk yaşıyoruz. Anı yaşamaktansa tuttuğumuz nefesler nedeniyle geçmişte yaşıyoruz. İçinizde toksinler, negatif duygu ve düşünceler biriktiriyoruz. İlişkilerimiz güçsüzleşiyor. affetmediğimiz için aynı deneyimleri tekrar ve tekrar yaşamaya devam ediyoruz. En doğal halimizden uzaklaşıyor ve başkaları için yaşamaya başlıyoruz.

Doğru nefes almak, derin, akıcı ve bütünsel (nefes hem karında, hem göğüste) olmalıdır. Doğru nefes, tıpkı bir bebeğin nefesi gibidir. Onlar, karınlarına nefes alırlar ve nefes alma -verme esnasında beklemezler. Doğru nefeste, solunum sisteminin tam olarak kullanılmasıyla ilk önce karında başlar ve okyanustaki bir dalga gibi tüm vücuda yayılır.

Nefes, karnımızdaki tüm organlara masaj yapıyor ve sinir sistemini çok olumlu yönde etkiliyor. Böylece normal hayatta bu nefes, bizi daha sakin ve dengede tutuyor. Öfke, heyecan ve stres durumlarının içinden kolayca geçmemize yardımcı oluyor. Diyafram kasının etkin kullanılması ile çok az bir kuvvetle ses yoğunluğu elde edebiliyor, kalbi rahatlatabiliyor, yaşam enerjinizi harekete geçirebiliyorsunuz. Sindirim sistemine ve boşaltıma katkıda bulunduğumuz için kilo vermemize vesile oluyor. Seratonin hormonunu harekete geçirdiği için, kendinizi negatif duygu ve düşünce durumundan, daha pozitif ve yapıcı duygu ve düşünce durumuna geçirebiliyorsunuz. Kısacası doğru nefes, diyafram kasının kullanılmasıyla birlikte hayatta kendinizi daha güçlü, enerjik, net, dingin ve kararlı hissedersiniz. Doğru nefes alarak, meditasyon yapabilirsiniz ve de ucuncu gozunuzu acabilirsiniz.

Ornek Nefes Teknigi (7-1-7-1)

7'ye kadar sayarak derin nefes alarak karninizi sisirin ve durun.1 rakamini sayin ve nefesi yavas yavas bosaltirken 7'ye kadar tekrar sayin durun. Tekrar 1 sayin ve durun. Ardindan ayni islemi tekrar edin. Her sabah en az 7 kez yapin bu egzersizi.

Cesitli Kaynaklardan Derleme Bilgiler

Sevgiler!
Aasma

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Sümerlere,Tevrat'a ve Kuran'a Göre Yaradılış Hikayesi Benzerlikleri

Yaradılışla İlgili Kur’an’dan Birkaç Ayet
Konuya ilişkin ayetleri üç grup halinde sunuyorum.
a) Birinci Grup Ayetler
“O Allah ki yerdekilerin tümünü sizler için yarattı. Daha sonra göklere ‘İstiva’ edip/yönelip onları 7 gök şeklinde düzene koydu. O her şeyi bilendir.” (21)
“Deki: Siz, yeri 2 günde yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de ona ortaklar koşuyorsunuz ha! İşte O, bütün âlemlerin Rabbi’dir. Yerküre üzerinde dağlar yaptı ve onda bereketler yarattı. Arayıp soranlar için 4 günde orada (yerkürede) rızıklarını takdir etti. Bundan sonra göğe yöneldi; o zaman gök henüz duman halindeydi... Bu aşamadan sonra da 2 günde gökleri 7 gök olarak yaratıp düzene koydu...” (22)
b) İkinci Grup Ayetler
“Yaradılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Allah onu bina etti. Onun yüksekliğini yükseltti ve düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı. Ondan sonra da yeri döşedi; yerden de suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. (Bütün bunları) sizin ve hayvanlarınızın geçimi için (yaptı)...” (23)
c) Üçüncü Grup Ayetler
“Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri 6 günde yarattı. Daha sonra ‘Arş’ı istiva etti (hükmü altına aldı). O, gündüzü gece ile örter. Gündüz geceyi, gece de gündüzü takip eder. Güneş, Ay, tüm yıldızlar onun emrine boyun eğmiştir. İyi bilin ki yaratmak da emretmek de ona mahsustur. O âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. ”(24)
“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri 6 günde yarattı. Daha sonra ‘Arş’ı istiva etti. İşleri o idare ediyor. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi (başkaları için ricacı) olamaz. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde ona ibadet ediniz. Artık iyi düşünüp ibret almaz mısınız?” (25)
“O Allah ki, sizi sınamak için gökleri ve yeri 6 günde yarattı. O zaman (onun) ‘Arş’ı ise su üstündeydi...” (26)
“O (Allah) gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri 6 günde yarattı. Daha sonra ‘Arş’ı istiva etti.” (27)
“O Allah ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri 6 günde yarattı. Daha sonra ‘Arş’ı istiva etti. Ondan başka sizin dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Siz hâla düşünmez misiniz?” (28)
“Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri 6 günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı. ”(29)
“O Allah ki gökleri ve yeri 6 günde yarattı. Daha sonra ‘Arş’ı istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona yükseleni bilir ve her nerede olsanız o sizinle beraberdir; her ne yaparsanız görür.” (30)
Konunun tam olarak anlaşılabilmesi için az önce anlamlan sunulan ayetlerle ilgili şu ek bilgileri de vermek icap eder:
Kur’an, toplam olarak 114 suredir. Bunun bir kısmı Mekke döneminde, bir kısmı da Medine döneminde inmiştir. Ayrıca her bölümün ortaya atıldığı yıl da -hemen hemen- bellidir. Yaradılışla ilgili ayetlerin içinde bulundukları surelerin ortaya atılış sıraları ise şöyledir: Mekke’de nazil olan surelerden Kaf suresinin iniş sırası 34, A’raf suresinin iniş sırası 39, Furkan’ınki 42, Yunus’un 51, Hud’un 52, Fussilet’in 61, Secde suresinin 75 ve Naziat suresinin de 81’dir. Konuya ilişkin Medine’de ortaya atılan surelerden Bakara suresinin iniş sırası 87, Hadid suresinin ise 94’tür. Veya şöyle diyelim: Yerle göklerin yaradılışı konusunda ortaya atılan ayetlerin içinde bulundukları surelerden Kaf suresi, peygamberliğin Mekke döneminde, ilk beş yılda ortaya atılmış. Furkan, Yunus, Hud ve Araf sureleri Mekke döneminin son üç yılında, Secde ve Naziat sureleri Mekke döneminin 5 ile 10 yıllan arasında, Bakara suresi Medine döneminin ilk yılında, Hadid suresi de Medine’de 5. yıldan 10. yıla kadarki sürede Muhammed Peygamber tarafından ortaya atılmışlardır. (31)
Bu tespitten, kâinatın yaradılışından söz eden ayetlerin hemen hemen peygamberliğin tüm yıllanna yayılmış biçimde ortaya atıldıklarını görüyoruz. Dolayısıyla, bundan şu sonuç ortaya çıkıyor: Eğer Muhammed Peygamber birkaç yıl daha yaşamış olsaydı, bu konuda Kur’an’daki tekrarlar da devam edecekti. Bu bilgilerin, eski inançların bir aktarımı oldukları tartışmasızdır; ayrıca bunların akıl ve bilime aykırılıkları bir yana; kendi içlerinde de önemli çelişkileri vardır. Birkaçını sunalım:
1) Her şeyden önce Allah’ın kendi Kur’an’ında yaradılış hakkında; “şunu bilin ki ben göklerle dünyayı 6 günde yarattım. Bu altı günden 4’ünü dünyaya, 2’sini de göklere ayırdım” bilgisi için defalarca Cebrail’i göndermesi ve sürekli tekrara başvurması doğru olamaz. Bilgi yanlışlığı bir yana; tek bir cümle ile ifade edilebilen bir bilgi için, Kur’an’ı aynı mesajı veren yazılarla doldurmanın ne anlamı var ki! Gerçekten çağdaş dünyanın herhangi bir anayasasında bir konuda birkaç maddenin -harfiyyen- aynı olması görülmemiştir. Hele bir yasa -iddia edildiği gibi- eğer büyük yaratıcıya aitse, tekrarlar içinde olmamalı. Zaman zaman vurgu yaptığım gibi bu, Kur’an’ın cidden önemli bir eksikliğidir.
Bir de Kur’an’da -örneğin- Yasin suresi 82. ayette, “Allah bir şeye, ‘Ol’ dedi mi hemen oluverir” deniliyor. O halde acaba Allah’a zor mu geliyordu ki kalkıp göklerle yeri 6 günde yarattı, neden bir anda değil de 6 günde? Kaldı ki, ha altı gün demiş, ha başka bir rakam kullanmış fark etmez. Çünkü bu kuru bir iddiadır, bunun ispatı, bilimsellikle ilgisi yok; ortada rastgele kullanılan bir ifade ve altı günlük bir zaman var o kadar.
2) Yaradılışla ilgili az önceki ayetlerin bir kısmında; “Allah’ın 6 günlük yaratma mesaisini sadece yerle göklere verdiği” ifadesi geçiyordu; bazılarında ise bu altı günde hem yerle gökleri, hem de onların arasındakileri -artık gök neresidir, nereye kadardır, onunla yer arasında kastedilen nedir bu da bilinmiyor- yarattığından bahsediyordu. Bu çelişkinin tatminkâr bir izahı yoktur.
Ayrıca Kur’an’a göre, yerle göklerden farklı olan “Arş” adında uzayda bir yer daha vardır. Mesela; “Zuhruf ’ suresi 82. ayette; “O (Allah), göklerle yerin ve Arş’ın Rabbi, onların (inanmayanların) yakıştırmalarından uzaktır” diyor. Yine “Mü’minun” suresinin 86-87. ayetlerinde, “De ki, 7 gökle Arş’ın Rabbi kimdir? Onlar, ‘Allah’tır’ diyecekler” diyor. İlginçtir ki, Allah hem soru soruyor, hem de insanlar adına yanıt veriyor. Aynı soru bugün tahsil görmüş insanlara sorulsa ve (elbette ki Kur’an’ın içine bakmaları şartıyla) aynı yanıt alınacak mı? Kur’an mantığından hareketle, acaba Allah kâinatı yaratırken dünya ile göklere altı gün ayırdığını neden net olarak belirtiyor da Arş için bir zaman belirlemesinde bulunmuyor?
Kur’an’da yaradılış günlerinin sayısı belli, yaratılan şeyler de belli; ama Arş’a ayrılan zaman belirsiz. Aslında Tevrat’ta şöyle bir açıklama da var: Tanrı 6 günde kâinatı yarattıktan sonra 7. günü (Cumartesi) istirahat etti. Tevrat’a göre 7. gün (Sebt günü) tanrının istirahat günüdür. (32) Dolayısıyla, Arş’la ilgili Kur’an’da geçen “sümme isteva al’el Arş’i” Arapça ifadesinin anlamı şu oluyor: Altı günlük yaratma işinden sonra “Allah Arş’a oturdu”. Zaten Araplar “İsteva al’el arşi” dedikleri zaman, “tahta oturdu, tahta yerleşti...” gibi anlamları kastediyorlar. Aslında Kur’an’da Arş’la ilgili kullanılan “istiva” terimi, İslami yazarları çok uğraştırmış, bu konuda epey zoraki yorumlara girmişler; ancak ben onların yararsız ve mesnetsiz yorumlarıyla kitabı doldurmak istemiyorum.
3) Şu ilginç bir tespittir ki; Tevrat ve Kur’an’ın Allah’ı, gökler dediği koskoca evreni yaratırken, onlara 2 gününü ayırdığını; Güneş’in uydusu olan ve kâinata oranla küçücük bir cisim durumunda olan dünyaya 4 gününü verdiğini söylüyor. Hatta bazı ayetlerde (örn. Fussilet suresi, 10. ayet) şu çelişki de var: İlkin dünyayı 2 günde yarattığını söylüyor, buna ek olarak 4 günde dünyadaki bereketleri, dağları ve rızıkları yarattığını, zamanını bunlara ayırdığını belirtiyor; ki toplam olarak 6 gün oluyor.
Ayeti yorumlayanlar burada şu yorumu getiriyorlar: Allah ilkin dünyayı iki günde yaratmış; düzenleme aşamasında kullanılan dört rakam içinde o ilk iki gün de vardır, o iki günle birlikte toplam olarak 4 gün oluyor deyip şöyle bir örnek de veriyorlar: Araplarda bir insan, “Ben dün bir kadınla evlendim, bugün de iki kadınla.” dediği zaman nasıl bazen bunun anlamı, dünkü kadın da dahil bugün aldığım yeni kadınla birlikte iki kadınla evlendim oluyorsa, tanrı da burada böyle bir anlam kastetmiştir, diyorlar.
Kabul edelim ki Tanrı dünyaya toplam olarak dört gün ayırmış; yine çelişkiler bitmez. Çünkü bilindiği gibi dünya güneşin küçücük bir uydusudur. O nedenle, Allah’ın bu küçücük uyduya tüm evrenin iki katı kadar zaman ayırması, ona biçilen büyüklükle ters orantılıdır. Kur’an Allah’ının kendisi de Kuran’ın bir yerinde gökleri yaratmanın zor olduğunu yazıyor. (33)
Peki nedir bu çelişkinin izahı? Aslında olay şudur: Hem Musa, hem de Muhammed döneminde teknolojik gelişmeler olmadığı için onlar gök cisimleri hakkında malumat sahibi değillerdi. Hatta diyebilirim ki, onların yaratma konusunda cesaret edip Tanrı’nın iki gününü göklere ayırmaları bile büyük bir başarıdır; o günkü koşullarda ancak bu kadar söylenebilirdi. Zira aşağılardan uzaya bakılınca gök cisimleri bir elektrik ampulü kadar görünmez.
4) Bakara suresi 29.ayetiyle Fussilet suresinin 9-12. ayetlerinde, kainat yaratılırken önce yer, daha sonra gök yaratılmıştır biçiminde bilgi verilirken; Naziat suresi 27-33. ayetlerinde ise tam da öncekilerle çelişen bir açıklama var. Burada önce gökleri, daha sonra yeri yarattığını söylüyor. İşin bilimsellikten uzaklığı bir yana; bir kere kendi içinde net çelişkileri mevcuttur. Bu gibi ayetler hakkında Kuran’ı açıklayanların (müfessirlerin) çoğu, çelişkileri bertaraf etmek için, şu yorumda bulunuyorlar: Allah, hammadde olarak önce yeri, daha sonra gökleri yaratmış; ancak son şekillerini verme aşamasında ilkin gökten, daha sonra yerden başladığı biçiminde yorum getiriyorlar. (34) Bellidir ki bu yorumu da Tevrat’tan aktarmışlardır. Çünkü Tevrat’ın da hemen ilk cümlesinde tanrının evvela yerle gökleri (hammadde olarak) yarattığını, tekamülleri aşamasındaysa ilkin gökleri, daha sonra yeri yarattığını görüyoruz.
Bir de İslamî yazarlara göre şu kıyas geçerli: Onlar, “Dünya bir binanın temeli, gökse çatısı gibidir. Hal böyle olunca, ilkin dünyanın yapılması gerekiyor” şeklinde hiç ilgisi olmayan bir mantık yürütüyorlar. Mesela, Fussilet suresi, 9-10. ayetleri ve diğer ilgili ayetlerin tefsirlerinde birçok müfessir benzer açıklamalarda bulunmuşlardır.
5) Bazıları şöyle bir kurtarma operasyonunda bulunabilirler: “Dünya cismen küçüktür ama ondaki hayat şartları, çeşitli canlılar vb. onun büyüklüğünü gösterir; ama böyle bir özellik göklerde yoktur. Bu nedenle eğer Tanrı dünyaya 4 gün vermişse fazla abartmamak gerekir…” şeklinde bir yorum. Bir kere dünya göklere nispeten ne kadar büyük de olsa tanrının ona fazla zaman ayırması gerekmiyor. Zira Kuran’ın, tanımını yaptığı Tanrı için bir şeyin büyüklüğü önemli değil. O halde neden dört gün? Bir de göklerde neler var, neler yok henüz kimse bilmiyor. O bakımdan, hemen peşin hükümle, “dünyanın yaradılışı uzaydan daha zordur…” demek doğru değildir.
Kur’an’da geçen (Enbiya, 30. ayet) dünya ile yerin başlangıçta bir parça olup sonra birbirlerinden ayrıldıkları, her canlının sudan yaratıldığı ve yine Allah’ın her yeri kuşattığı (Nisa suresi,126; Fussilet, 54) inancı, ispatsız bir iddia olmakla birlikte bir kere Muhammed’in ortaya attığı yeni bir şey değildir. Thales (İÖ. 640-548) bu konuda, “Her canlı sudan yaratılmıştır ve Allah her yeri kuşatmıştır” diyor. Tabi ki bu iddia Thales’in de icadı değildir. O da Sümer ve Mısır’da eğitim gördüğü için oralardan aktarmıştır. Kaldı ki Kuran’da geçen “Her canlının sudan yaratılma” cümlesinden neyin amaçlandığı da net değildir/açıklanmamıştır. Acaba iki cinsin birleşmesinden(sperm ve ovumdan) meydana gelen canlıları mı kasetmiş? Ki bu, görünen bir şey olduğu için herkes tarafından söylenebilir; bunun mucize ile alakası yok; veya başka bir şey mi kasketmiş buna herhangi açıklık yoktur. Dolayısıyla bunu fazla abartmanın bir anlamı yok.
Az önceki ayetlerin içerdiği anlam, (yani Allah’ın her yerde var olması, her yeri kuşatması gibi ayetler) ayni zamanda İslam felsefesinin de önemli bir ilkesidir. O zaman ister istemez tanrı hakkında çok yakışıksız sorular akla gelir: “bilindiği gibi dünyada çok kötü yerler de var. Peki Allah o kötü yerlerde de var mı, yok mu? Var denilse Allah’a yakışmaz; yok denilse o zaman söylenebilir ki, kâinatta tanrısız bölgeler, yerler var” gibi sorular.
Yaradılış ve ahretle ilgili kısmen Sümer mitolojisinden, kısmen Tevrat’tan ve biraz da Zerdüşt’ten sunulan bu bilgilerle, Muhammed’in konuya ilişkin kendi Kur’an’ında öne sürdüğü fikirlere köken oluşturduğunu izah etmeğe çalıştım. Verilen bilgilerden istenilen mesajın daha rahat anlaşılabilmesi için, toparlayıcı bir özet sunuyorum.
1) Sümer inançlarında sözü edilen cehennemde yedi (7) kapının olduğu yazılı. Bu, özellikle “Inanna’nın Ölüler Diyarına inişi” adli şiir biçiminde yazılmış tablette işlenmiştir (35) Kuran’da anlatılan Cehennem’in de yedi kapısının olduğu açıkça ifade edilmektedir: “Azgınların varacağı yer cehennemdir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya o azgınlardan bir kısmi dağıtılmıştır” diyor (36) Burada dikkatimi çeken önemli bir nokta var: Sümer inançlarında varlığına inanılan cehennemin kapları 7 (yedi) dir diye net bir bilgi var; ancak onlara göre cennetinki kaç tanedir buna tabletlerde rastlanamadı.
Burada şunu belirtmek isterim ki, Kuran’da da cehennemin yedi kapısı olduğu yazılı; fakat cennetinki yazılı değil (ancak hadislerde 8 kapısı var diye gediyor). Anlaşılan, eski mitolojilerde cennetin kapıları hakkında bilgi olmadığı için Muhammed bu noktada cesaret edip de kendi Kuran’ında bir açıklama yapamamıştır. Yoksa niye cehenneminkini belirtiyor da cennetinkini hadislerle geçiştiriyor. Bu, önemli bir saptamadır.
İlginçtir ki, Kuran’da anlatılan cehennemle Kuran tanrısı arasında dostane bir diyalog söz konusu: Allah, kıyamet günü cehenneme seslenerek, “Acaba doldun mu?” diyecek; cehennem ise, “Var mı daha” sorusuyla karşılık verecek (37) Kuran’da Allah’la cehennem arasındaki bu olumlu ilişki hadislere de konu olmuştur. Sahih hadislerde Allah’la cehennem arasında şu diyalog gediyor: Anlatıldığına göre bir çeşidi soğuk, bir çeşidi de sıcak olan Cehennem, bir gün Allah’a, “İçim yanıyor müsaade et de bir nefes alayım ki içim rahat etsin” demiş. Allah da buna karşılık, “Senede iki sefer nefes al” diyerek kendisine izin vermiş. Muhammed sözlerini şöyle sürdürüyor: İşte kışın gördüğünüz aşırı soğuk, soğuk olan cehennemin/zemherinin almış olduğu nefestir; yazın gördüğünüz aşırı sıcaklık da sıcak cehennemin nefesidir” diyor (38)
Muhammed, güneşin altı ay kuzey yarım küreye, altı ay da güney yarım küreye gireceğini nerden bilsin ki! Cehennem rahat etsin, içini biraz boşaltsın diye Allah senede biri soğuk, diğeri sıcak olmak üzere kendisine iki sefer nefes alma izni veriyor! Halbuki yalnız bir yıl için iki sefer yaz, iki sefer de kış oluyor (Güney ve Kuzeyde olmak üzere) Ne yazık ki verdiği bilgi yanlış; ancak onun gayesi bu işin ölümden sonra gerçekleşip gerçekleşmemesi değil; toplumu -eskiden beri var olan- Cehennemle korkutup istediklerini rahatça onlara kabul ettirmekti denilebilir. İleride, “Muhammed tanrıya inanır mıydı yoksa” başlığını da gözden geçirince daha net anlaşılır ki Muhammed, Cehenneme inandığı için değil; amacına ulaşmak için insanlara karşı bunu bir taktik olarak kullanmıştır.
2) Sümerler, cehennemde cezayı uygulayacak görevlilerin bulunduğuna, bunların başında da Ereşkigal adında cehennem tanrıçasının olduğuna, bu görevlilerin çok katı ve sert olduklarına inanırlardı. (Örneğin, NETI ve NERGAL gibi) Daha önce sözünü ettiğimiz Cennet ve Cehennem’le ilgili tabletlerde bunlar anlatılıyor.
Bu sert görevlilerin varlığını Kuran da kabul ediyor: “Cehennemin bir çeşidi olan Sekar’da ondokuz görevli melek vardır. Biz o ateşin başında melekler görevlendirdik…” (39); “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi o ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlarla taşlardır. Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin. Allah onlara ne talimat vermişse karşı koyamazlar ve eksiksiz olarak yerine getirirler.” (40)
3) İslam’a göre ahrette kılıçtan keskin bir köprü olacağı, herkesin onun üstünden geçeceği, Kuran’a göre hareket edenler için geniş bir caddeye dönüşeceği, günahkârlarsa üstünden geçerken düşüp cehenneme yuvarlanacakları inancı vardır. Ahiret efsanesi hakkında Tevrat’ta malumat olmadığı için Muhammed’in bu konuda Zerdüşt inancını tercih ettiği rahatlıkla söylenebilir. Zerdüşt’ün köprü hakkındaki görüşüne daha önce kısaca değinilmişti. Yine Kuran’a göre Adem’le Havva cennetten kovulunca üzerlerindeki elbise alınır. İslam inancına göre insanlar kıyamet günü dirilince hepsi yalın ayak ve çıplaklar. Sümer mitolojisinde de aşk tanrıçası, yeraltı dünyasına/cehenneme gittiğinde, elbisesi dahil üzerindeki tüm eşyası oradaki görevliler tarafından alınmış inancı vardı. (41)
4) Sümer mitolojisine göre Enki, Dilmun denilen cennetteki bitkilerden yiyince hastalanır. Onun ağrıyan yerlerinden biri de kaburga kemikleridir. Enki’nin bu bitkilerden yemesi -her nedense- tanrıça Ninhursag’ın hoşuna gitmediği için onu lanetler; ama daha sonra yine kendisini affeder. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Adem’le Havva efsanesi gibi Sümer inançlarında var olan bu olayın eril Enki ile dişil Ninhursag arasında meydana gelmiş olması.
Yine tabletlerdeki bilgilerden hareketle onların Dilmun denilen cennetlerinde ilk etapta suyun bulunmamış olması; daha sonra Güneş tanrısı Utu/şamas tarafından var edilmesi ve bunun sonucu olarak da her tarafın bağ-bahçe, yeşillik olması gibi ortak bilgiler söz konusu. Ayrıca bu cennette bal ile hurma ağacının bulunması, Enki ve Ninhursag arasında yaşanan bu olaydan dolayı artık kadın doğumlarının o tarihten bu yana sancılı geçeceği gibi hem Tevrat, hem de İslam’da var olan bilgilerin kökenine gönderme yapacak açık kanıtlardır. Çünkü Kuran da Cennette hem hurma, hem de bal ırmağı bulunduğunu yazıyor. (42)
Ayrıca Kuran’ın nerdeyse her sayfasında “Altlarından ırmaklar akan cennetler” ifadesi kullanılırken bir yerde bu ırmaklardan dördünün ismi belirtiliyor: “Bozulmayan su ırmağı, tadı değişmeyen süt ırmağı, içenlere lezzet veren şarap ırmağı ve safi süzme bal ırmağı” diye anlatılıyor ve cümlenin sonunda, “O cennetlerde her meyveden bulunur” deniliyor (43) Bundan kesin olarak şu ortaya çıkıyor ki, Kuran’da Cennetle ilgili defalarca tekrar edilen “Altlarından ırmaklar akan” gibi inançlar köken itibariyle Babil Asma Bahçeleri’ne dayanır. (*)
5) Dilmun’da hastalanan Enki’nin ağrıyan yerlerinden birinin kaburga kemikleri olduğu daha önce yazıldı; buna benzer bir olay hem Tevrat’ta, hem de Kur’an’da Muhammed’in hadislerinde vardır. Kur’an’da kaburga kelimesi geçmiyor; ancak kadının erkekten yaratıldığı biçimindeki mutlak ifade birkaç yerde kullanılıyor (44) Muhammed’se bu konuyu kendi hadislerinde Tevrat’la tam paralel bir biçimde açıklıyor ve “Kadının, erkeğin eğe kemiğinden yaratıldığını” net bir ifadeyle belirtiyor (45)
Hele Dicle ile Fırat ırmakları gerek Sümerlerin kanunlarında, gerekse Tevrat’la İslamî kaynaklarda sık sık kullanıla gelen iki önemli nehir. Sümerlerin en eski kanun yapımcılarından Ur-Nammu kendi kanununun önsözünde Dicle ile Fırat’tan övgüyle söz etmiştir (46) Yine Esnunna’nın kendi önsözünde okunan kısımda Dicle ırmağından söz ettiğini görüyoruz. Kim bilir belki tabletin okunmayan yerlerinde Fırat’ın ismi de yazılmış.
Muhammed bu konuda, “Bana Mirac gecesinde dört ırmak gösterildi. Bunların ikisi Dicle ile Fırat ırmaklarıydı.” diyor (47) Tevrat’ta ise Havva’nın, Adem’in kaburga kemiklerinden yaratıldığı açık bir ifadeyle yazılıdır (48) Ayrıca Tevrat’a göre Adem ile Havva’nın içine atıldıkları Cennette başlangıçta su olmadığı için tanrı dört kolu olan bir ırmak yaratır; kolları Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat’tır (49) denir.
Olayın masal yani bir tarafa; bir de tanrı acaba neden Sümerlerde önemli olan Dicle ile Fırat’ı hep işliyor; hatta Muhammed’i göklere götürürken bile oralarda kendisine Dicle ile Fırat nehirlerini gösteriyor? Halbuki dünyanın en büyük nehri ABD’deki Missisippi’dir; acaba tanrı niye buna da değinmemiş kendi kutsal kitaplarında!
6) Gerek İslam’da ve gerekse Tevrat’la Sümer mitolojisinde ortak olarak kullanılan 7 (yedi) rakamı dikkat çekicidir. Sümerlerde 7 kapı, 7 tanrısal yasa, 7 dağ aşmak, 7 cehennem kapısı, 7 ağaç… gibi terimler sıkça kullanılıyordu (50) Muhammed, Kur’an ve hadislerinde Sümerlerden kalma bu yedi rakam hikayesini aşırı derecede işlemiştir. Buna birkaç örnek vereyim:
*Cehennemin 7 kapısı olduğunu Kur’an açıkça ifade ediyor (51)
*Kur’an, dünyadaki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve 7 deniz daha da olsa yine Allah’ın kelimeleri bitmez diyor (52) Neden 7 deniz denmiş; acaba İslam inancına göre daha fazla bir rakam olsa Allah’ın kelimeleri biter mi!
*Kur’an, birçok yerde göklerin, bir yerde de yerin yedi kat olduğunu yazıyor (53)
*Sadaka konusunda verdiği örnek yine 7 sayısı ve onun katlarıyla ilgilidir. şöyle ki, Allah katında mallarını harcayanların durumları 7 başak veren bir tohum gibidir. Her başakta 100′er tane bulunan ve toplam 7 yüz eden bir tohum benzetmesi yapılıyor (54)
*İslam’ın temel şartlarından biri olan hac ibadetinde Ka’be etrafında yapılması gerek tavafın/tur atmanın, yine Safa tepesiyle Merve arasında yapılması gereken Sa’y'in/koşmanın ve Mina denilen yerde bulunan her üç taş heykeline atılan taşların (ilginçtir ki taşa taş atılıyor ve bununla cennet kazanılıyor) 7′şer olması, bu inancın batıl bir mitolojiden geldiğini sanki çağrıştırmaz mı!
*Kur’an’da efsaneleri anlatılan Ashab-i Kehf sayılarından söz edilirken, yine 7 rakamı kullanılmıştır (55)
*Muhammed’in, “Çocuk 7 günlük iken sünnet edin” demesi ve torunları Hasan ile Hüseyin’i 7 günlük iken sünnet etmesi ve ayni fikrin Tevrat’ta da yazılmış olması (56)
*Yine tanrının kainatı 6 günde yaratıp 7. günde istirahat etmesi (Tevrat’a göre), Kur’an’a göre de arşa yönelmesi (ki toplam olarak yine 7 gün oluyor) Sümerlerdeki 7 gün adetiyle aynı olması.
*Muhammed’in, “Çocuklarınız 7 yaşına gelirken namaza alıştırın” deyip burada da yine yedi rakamını seçmesi.
*Yeni doğan çocuklar için kesilen Akika olsun, diğer kurbanlarda olsun bir sığır veya devenin 7 kişi için yeterli görülmesi.
*İslam’ın, haftanın günlerini 7 olarak kabul etmesi.
*Kur’an’da Yusuf suresinde Hz. Yusuf dönemindeki melikin (hükümdarın) rüyasında yedi cılız inekle yedi semiz inek ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görmesi ve Yusuf’un bunu tabir ederken yedi bol yıl ile yedi kıtlık yılını kullanması ve burada da yedi rakamının kullanılması (Yusuf suresi, 43-49. ayetler) gibi. İslam’la Sümer inançlarında Yedi (7) rakamıyla ilgili benzer örnekler çoğaltılabilir. Bu kadar benzerliklerden soru işaretlerinin oluşmaması mümkün değil!
7) Hem Sümer mitolojisinde, hem de Kur’an’da insanın yaradılış amacının tanrıya/tanrılara hizmet etmek olduğu ortak olarak işlenmiştir. Kur’an’da Allah’ı tanıma, ona kulluk etme şeklinde, Sümerlerde ise daha farklı çimde buna inanılmıştır. Ama ne olursa olsun sonuçta işin içinde tanrı hizmeti söz konusudur ve bu inanç da her ikisinde ortaktır (57)
8) Kur’an’da defalarca işlenen (58) insanın çamurdan yaratılış efsanesi, hem kutsal dinlerde, hem de Sümerlerde var olan ortak bir inançtır.
9) Kur’an’da anlatılan cennette, içkiden- hem de az değil; ırmak biçiminde- söz ediliyor (Muhammed suresi 15. ayet) içki olayı Sümerlerin, “Inanna’nin Yeraltı Dünyasına İnişi” adli efsanelerinde -farklı biçimde de olsa- anlatılmıştır (59)
10) Tevrat’ta Adem’le Havva’nın içine bırakıldıkları cennetin/ bahçenin ismi Adn olarak gediyor. Hatta Tevrat’ta bu yerin dünyada doğu tarafında bir bölgede olduğu da yazılı. O zaman Sümer inançlarıyla tamamıyla çakışıyor. Kur’an’da ise Adn/Aden ismi 11 yerde yazılmıştır (60)
11) Kur’an’a göre -erkekler de dahil- cennette altın bilezikler ve inciler takılacakmış, bir de o cennetlerde ipek elbise olacakmış (61) Benzer inançlar Sümer mitolojisinde de var. Tanrıça Inanna, Çoban tanrısı Dumuzi’yi kurtarmak için yeraltı dünyasına gidince, lacivert taşlardan (incilerden) hem göğsüne, hem de boynuna “çifter çifter” asıyor. Ayrıca altın yüzükle gerdanlık ve temiz elbise giyiyor. Bir de gözlerine sürme gibi şeyler sürüyor(62)
12) Tevrat’ta Allah hayvanları ilk yarattığı zaman Adem’e, “Onlara sen isim tak” derken, tüm canlıların isimlerini Adem takmış. Aynı olay Kur’an’da da anlatılmaktadır. (63)
13) Adem’le Havva cennetten/bahçeden uzaklaştırılınca, Allah’ın emriyle üzerlerindeki elbise (ceza olarak) alınır, çıplak kalırlar. Sümerlerde de aşk tanrıçası Inanna, Çoban tanrı Dumuzi’yi kurtarmasi için yeraltı dünyasına gidince, üzerindeki elbiseleri alınır. Şu benzerlik de önemli ki, bu olay nasıl Sümerlerde koca karı olan Enki ile Ninhursag arasında yaşanmışsa, Kur’an’a göre de kari koca olan Adem’le Havva arasında yaşanmıştır (64)
14) Yine Kutsal kitaplardaki cennetle Sümerlerin cenneti Dilmun’un ortak yanlarından biri, meydana gelen hoşnutsuzluğun son olarak tatlıya bağlanmış olması. Nasıl Havva ile Adem en son affedilmişlerse, hastalanan Enki de tanrıça Ninhursag tarafindan son olarak bağışlanmıştır.
15) Tevrat ve Kur’an’a göre tanrı, Adem’le Havva’yı, hayat ağacına yanaşmamaları konusunda uyarır; fakat onlar bu yasağı çiğneyip ağaçtan yeyince, hoşnutsuzluk meydana gelir (65) Dilmun’da da Enki’nin bitkilerden yemesi, Tanrıça Ninhursag’la arasını açar. Tabletlerde net olarak, “O bitkiler Enki’ye yasaklanmıştı” anlamında bir ifadeye rastlanamadı; ancak olayın seyrinden böyle bir yasak da anlaşılıyor; yoksa tanrıça Ninhursag neden Enki’ye kızsın ki!
16) Tevrat ve Kur’an’da anlatılan Adem’le Havva’nın çocukları Habil ile Kabil’in efsanesine benzer efsanenin Sümer mitolojisinde anlatıldıkları daha önce yazıldı. Orada konuya ilişkin şunlar anlatıldı: Hava tanrısı Enlil, Enten ve Emeş adlarında iki kardeş tanrı yaratır. Bunlardan Enten hayvancılıktan, Emeş de ziraî ürünlerden sorumlu tutulur. Bir gün bunların arası açılır ve birbirleriyle kavga ederler. Durum tanrı Enlil’e iletilince, kendisi hayvancılıktan sorumlu Enten’e hak verir (66) Bu efsane Kur’an ve Tevrat’ta da işlenmiştir; ancak Sümerlere göre Emeş’le Enten en son anlaşırlar, Tevrat ve Kur’an’a göre Kabil/Kain Habil’i öldürür. Tabi ki bir efsanenin zaman içinde bu kadar değişikliklere uğraması gayet normaldir (67)
Yine daha önce kendilerinden söz ettiğimiz Lahar ve Aşnan kardeşlerin efsanesi de aynen Habil-Kabil’inkine benzer. Şiir biçiminde yazılan tabletlerin bir kısmi henüz okunmamakla birlikte, okunan kısımda aralarının açıldığı, birbirleriyle kavga ettikleri ve sonuçta tanrı Enlil ile tanrı Enki’nin araya girmeleri yazılı. Ancak tabletlerden okunan kısımda bu iki tanrının verdikleri karar hakkında bir bilgi yok. Kim bilir belki okunmayan bölümlerde bu karar da yazılmış (68)
Habil-Kabil efsanesi Kur’an’da özetle şöyle geçiyor: Adem’in iki oğlu (ki hadislerde Habil ve Kabil olarak geçiyorlar) birer kurban takdim ediyorlar/Allah’a sunuyorlar. Tanrı birininkini (Habil’inki) kabul eder, diğerinkini (Kabil’in) ise kabul etmez. Bu nedenle Kabil, Habil’i öldürür. Daha sonra cenazesini gömmek için tanrı tarafından bir karga gelip toprak deşer ve onun cenazesini gömer. Katil olan kardeş (Kabil) bunu görünce pişmanlık duyar (69)
Burada efsanenin Sümer mitolojisiyle ortak olan açık tarafı, Lahar-Aşnan ve Emeş-Enten gibi bunların kardeş olmaları, birinin hayvancılıktan, diğerinin tarımdan sorumlu olması, her ikisinin de kendi ürünlerinden tanrıya sunmaları ve sonuçta tanrının birine hak vermesidir.Kuran, Tevrat ve Sümer tabletlerindeki bu bilgilerin bu kadar benzerlik göstermesi çok ilginçtir.

Alıntı

Sevgiler
Aasma

17 Temmuz 2014 Perşembe

Şanlı Urfa’da Bulunan 12.000 Yillik Göbekli Tepe Mucizesi


Şanlı Urfa’ya 15 km uzaklıkta yapılan kazi çalışmalari sonucu ortaya çıkan Göbekli Tepe, günümüzden tam 12.000 ve bazilarina gore de belkide 17.000 yıl önce inşa edilmiş.

Arkeolojik olarak Çanak Çömlek Öncesi Neolitik A Dönemine (M.Ö 9.600 – 7.300) ait olan Göbeklitepe’de, bir tepe üzerine inşa edilmiş çok sayıda yuvarlak biçimli yapı bulundu. 1995 yılında arkeolog Prof. Klaus Schmidt tarafından Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün desteğiyle başlayan kazılar sonucu elde edilen verilere göre bu yapılar yerleşim amaçlı kullanılmamışlar. Daha cok Astronomik Gozlemevi de denebilir.Göbeklitepe’de bulunan henüz sadece altı tanesi gün ışığına çıkarılmış, toplam 20 adet olduğu belirlenen bu üzeri açık yapılara bazilarinca dünyanın ilk tapınakları deniliyor. Taş devrinden kalma bu tapınakların yapılış biçiminde ortak bir özellik göze çarpıyor, T biçiminde sütunlar ile çevrilmiş bu tapınakların merkezinde iki T biçiminde sütun karşılıklı olarak yer alıyorlar. Yil takvimini andiran ozel dizilimleriyle aslinda bu taslar bize bircok astronomik bilgi veriyor. 1 Yilin ,bir ayin kac gun oldugunu, gunes tutulmalarini anlatan bilgileri taslarla insa etmisler.Gunesin dogma ve batma anlarini duvarlara resimlemisler.Zamani olcebilen bir bilgi sistemine sahip olan bu insanlar, bu mukemmel tas duzeneklerini kurarak astronomik planlama yapmislardir. 12.000 yil once insanlar magaralarda yasayan, avcilikla hayatta kalabiliyorken nasil bu bilgiye sahip olup, bu buyuklukteki taslari topraga dikebildiler?










Arkeologlar boyları 3 ila 6 metre arasında değişen bu T biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyorlar. Bunun sebebi T biçimindeki sütunlarda görülen kol ve el tasvirleri. Ayrıca bu sütunlar üzerine işlenmiş hayvan tasvirleri ve soyut semboller var.

Boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, turna ve yaban ördekleri en sık görülen hayvan tasvirleri. Taşlar üzerine kazılan bu hayvan tasvirlerinin yanında üç boyutlu kabartma şeklinde yapılan başka betimlemeler de bulundu. Bunlardan en önemlisi T biçimindeki sütunun yan tarafından aşağı doğru iner biçimde tasvir edilen aslan kabartması.

Stilize edilmiş insanları tasvir eden T biçimindeki sütunların ağırlıkları 40 ila 60 ton arasında değişiyor. İlkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve dikildiği arkeologlar tarafından henüz çözülemedi. İnsanlığın avcı toplayıcı döneminde yerleşim ve tarım kavramlarından çok uzak olduğu 12.000 yıl öncesinde bu yapıların nasıl tasarlandığı sorusu da henüz cevaplanmadı. Gobekli Tepe, 5000 yil once yapildigina inanilan ingiltere’deki Stonehenge’den bile 7000 yil once yapilmis. Tarihimizin, 5-6 bin once basladigini soyleyenler 12.000 hatta belkide 17.000 yil once yapilmis olabilecegine inanilan Gobekli Tepe icin neler soyleyecekler acaba?

Kazilarda bulunan bu parcalara dikkat edersek, astronomide ne kadar gelismis olduklarini goruruz.



Derlemedir
Sevgiler!

Aasma

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Atlantis Efsanesi ve Buzul Cagi


Atlantisliler, bilimde ve teknolojide ileri bir düzeye varmışlardı. Denizaltı, uçak ve uzay taşıtları yapabilmişlerdi.
Atlantis Yunanca "Atlas'ın adası", Platon'un Timaeus ve Critias kitaplarında bahsettiği efsanevi batık bir kıta ve uygarlıktır.

Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta olmamakla birlikte, ileri uygarlıklara bugünkü birçok kıtadan daha önce ev sahipliği yapmış, "tufan" sembolik adıyla belirtilen birçok "doğal afetler dönemi" yaşamış olmasına karşın, beş-altı devre boyunca varlığını sürdürmüştür.

 Dünya gezegeninde ilk insan bedenleri bugünkü gibi katı değildi ve üreme, bilinen cinsel organlarla sağlanmıyordu. Bu varlıklar, insan biçimine sahip olmakla birlikte gelişim düzeyleri bakımından insan düzeyinde değillerdi. Güneşi henüz görmemişlerdi, çünkü gökyüzü, Güneş ışınlarının, yaşadıkları ortama ulaşmasını büyük ölçüde engelleyecek derecede yoğun bulutlarla kaplıydı. Güneş ışınlarına doğrudan maruz kalmamakla birlikte sağlıklıydılar ve Dünya gezegeninin o dönemdeki etherik koşulları uygun olduğundan durugörü, telapati gibi psişik yetenekleri rahatlıkla kullanabiliyorlardı. Deniz gri renkteydi. Anlaşılan anlamda insanların ortaya çıkışı, yoğun bulutların dağılmasından ve kozmik ışınların yeryüzüne ulaşmasından sonra gerçekleşmiştir.

Şuurlu ve kendi çabasıyla gelişecek insanoğlunun yeryüzünde belirme zamanı geldiğinde, görünmez hiyerarşinin planı ve müdahalesiyle yeryüzünde ilk ırklar (üç-beş ırk) bulutların dağılması döneminde ortaya çıkmışlardır. Fakat ilk devreye özgü varlıklar (ki Edgar Cayce bunlara "otomatlar" adını verir) ortadan kaybolmamışlar, katılaşarak insan ırklarının hizmetinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir 

Ruhsal tekamül düzeyi bakımından hayvan-insan arası bir geçiş basamağı olarak nitelendirilebilecek otomatlar, hayvanlardakine yakın bir otomatizma içerisinde heyecan ve içgüdüleriyle hareket eden, mantıkları olmayan, benlikleri oluşmamış yaratıklardı. Hissedebilmekle birlikte, efendileri ne derse muhakeme edemeden yerine getirirlerdi.

Bulutların dağılması ve yeryüzünün kozmik ışınlara maruz kalmasıyla, Dünya maddesinin vibrasyonel yapısında da birtakım değişiklikler meydana gelmişti. O dönemlerde 600-700 yıl normal yaşam süresiydi, 1000 yıl yaşayanlar da vardı. Kimi ırklar dev yapılı olup, boyları 3-4 metreyi buluyordu. Yeryüzünde uyumlu bir yaşam vardı. Dünya insanı gerekli koşullara sahip duruma geldiğinde kozmik bir kültür ya da öğretiyle tanıştı: Sirius Öğretisi.


Öğretinin indirildiği devrede bir "Sirius kültürü temsilcisi" dışında, devre boyunca, Sirius öğretisi bir gezegenden (kimilerine göre Venüs'ten) gelen "öğretmenlerce" öğretilmeye çalışıldı. İnsanlığın ilk dini denilebilecek bu öğretinin Atlantisli rahiplerine ve izleyicilerine Edgar Cayce "Bir'in Yasası Oğulları" der. Aynı öğretinin Mu'lu rahiplerine ise "Naakaller" adı verilirdi.

Yeryüzünün kimi bölgeleri Aden Cenneti'nden farksızdı. Kentlerin kralları aynı zamanda rahiptiler ve Yukarı'dan (görünmez hiyerarşiden) aldıklarını aşağı aktarırlardı. Fakat sonraki dönemlerde yaşanan maddi ve manevi dejenerasyon yeryüzünü cennet olmaktan çıkaracaktı.

Bu dönemlerde Dünya'nın esir'i yapısı ve maddi koşulları uygun olduğundan çağımızda bilinen psişik yeteneklerin birçoğu rahatlıkla kullanılabiliyordu. Bir ceylanı, yalnızca onun hakkında kötü şeyler düşünmek, imajine etmek yoluyla şoka sokmak mümkündü. Nitekim, bir zaman sonra Atlantis'te maji (büyü) ortaya çıkacak ve çağımıza değin dünyanın yakasını bırakmayacaktı.

Altın Çağ'ın dan sonra bir teşevvüş dönemine giren Atlantis'te manevi dejenerasyonun nedeni inançlarda farklılaşmaların olması, çoğunluğun iç yerine dışa, maddeye dönük duygulara kendini kaptırması, maddi ya da genetik dejenerasyonun nedeni ise hayvansı yaratıklarla birleşen insanlar yüzünden melez soyların ortaya çıkmasıdır. Kimilerine göre, dejenere bedenlere de ancak tekamül düzeyi geri, hayvanca duygular taşıyan varlıklar enkarne olur.

Cayce'in "satan oğulları" adını verdiği kara majisyenler (kara büyücüler), günümüzde de rastlandığı gibi, ahlak anlayışından yoksun, vicdanı gelişmemiş, tatmin peşinde koşan insanlardı.

Bunların etkileriyle zamanla Atlantis halkı ikiye bölündü; bir kısım ak hiyerarşi kralları, diğer kısım kara hiyerarşi taraftarıydı. Rudolf Steiner bir anlatımında, "İlah krallar dinindekiler ibadet edip ilhamla beslenirken, kara majisyenlerin kralları halklarını kara boğa kanıyla vaftiz ediyordu" der.

Spiritüel yasaları maddi kazanç sağlamak uğrunda kullanan Satan Oğulları, Bir'in Yasası tarafındaki kızlara da dünya zevklerinin olabildiğince tadını çıkartma eğilimini aşıladılar. Fakat, Cayce'e göre iki tarafın arasının açılmasının en önemli nedeni otomatlardı. Ruhsal tekamül hedefleri "benliklerinin oluşabilmesi" olan otomatların birer köle gibi her türlü amaçla kullanılmasına Bir'in Yasası Oğulları karşı çıkmaktaydı. Ancak, iki taraf arasındaki, kıtanın batmasıyla sonuçlanacak bu çatışma, henüz sıcak savaşa dönüşmemişti.

Atlantisliler, bilimde ve teknolojide ileri bir düzeye varmışlardı. Denizaltı, uçak ve uzay taşıtları yapabilmişlerdi. Bunları, "ateş taşı" denilen kristallerin bulunduğu, nükleer santralleri andıran enerji istasyonlarından çıkan ışınlar ya da vibrasyonlar aracılığıyla uzaktan kumanda ile kontrol edebiliyorlardı .

Bu dönemde insanların yaşadıkları topraklar, hayvanların istila tehdidiyle karşı karşıya bulunuyordu. Satan Oğulları, hayvanlara karşı patlayıcılar icat ederek yıkıcı güçleri kullanmaya başladılar. Daha sonra bu güçleri insanlara karşı da kullanmaya ve insan kurban etmeye başladılar. Sonunda yerkürenin içinden, Güneş ve yıldızlardan elde ettikleri güçleri de yıkıcı güçlere dönüştürerek kullandılar. Fakat yıkıcı güçlerin kullanımı, birtakım elektriksel güçleri içeren doğal kaynakları etkileyerek volkanik püskürmelere yol açtı ve Atlantis'in küçük bir kısmının batmasına, kalan büyük kısmın da beş kara parçası halinde bölünmesine neden oldu.

Cayce'e göre İÖ 50.000 yıllarında "ölüm ışını" denilen bir ışının kuşlar ve dev kara hayvanları üzerinde kullanılıp kullanılmaması üzerine toplantılar yapıldığı sıralarda Dünya ekseni ve kutuplar yer değiştirmiş, dağların ilk yükselme hareketleri olmuş ve dev kara hayvanları iklim koşullarının değişmesiyle kendiliğinden yok olmuşlardı. Atlantis'ten ilk göçler bu döneme rastlar.

İkinci yükselme hareketleri ise İÖ 28.000 yıllarında, ikinci volkanik püskürmeler döneminde olmuş ve dev kara hayvanları iklim koşullarının değişmesiyle kendiliğinden yok olmuşlardır. Bir'in Yasası Oğulları ile Satan Oğulları arasında en şiddetli çarpışmalar Atlantis tümüyle batmadan önceki son devrede yaşanmıştır. Bir'in Yasası Oğulları'nın çeşitli psişik güçlerle donanmış olmalarına karşılık, Satan Oğulları'nın elinde atomik güçler bulunuyordu.


Sonunda, Bir'in Yasası Oğulları, Atlantis'i bekleyen nihai felaket hakkında prekognisyon yetenekleriyle önceden haberdar edildiklerinden kıtayı terk ettiler ve kıta, tümüyle, yaklaşık 12 bin yıl önce battı. Atlantis'ten her kıtaya göçler olmuşsa da, başlıca göçler Mısır, Gobi, Anadolu ve Amerika bölgelerine yapılmıştır.

Mısır Piramitleri Atlantis'in batmasından çok kısa süre önce Mısır'a göç eden Atlantislilerin eseridir. Bilindiği kadarıyla, Atlantisliler, bilimleriyle ilgili kayıtları yeryüzünde üç bölgeye saklamışlardır. Kehanetlere göre bu kayıtlar yakın bir tarihte keşfedilecektir. Kimi araştırmacılara göre Kuran-ı Kerim'de "Ad Kavmi" olarak sözü edilen kavim, Atlantisliler dir.



 (Tara Gurses'ten alıntı) Sevgiler
Aasma

Farkli Kaynaktan; Buzul Cagi Gercegi

R. F.walworth ve G.W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir. Bu iki araştırmacının geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre, periyodik olarak peşpeşe gelen volkanik patlamalar dünyanın geçmişinde uzun buzul caglari yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeleri inip yükselmiştir. Halen güncelliğini koruyan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batmasıyla, daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştı. Halen yolunda devam eden bu sıcak akıntı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir.
Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen yüzyıl sonlarında bu mamutlardan en az 20.000 kadar çok iyi durumda fıldışı çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete uğradıkları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazılarının midelerinde halen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür.Karbon  14 testleri onların yaklaşık 12,000 yıl önce öldüklerini gösteriyor.Aşırı soğukların olduğu Sibirya mamutlar gibi sıcakkanlı hayvanların yaşayabileceği uygun bir yer değildir. Bu durum Sibirya gibi şimdi çok soğuk olan bölgelerin bir zamanlar ılıman bir iklime sahip olduğuna işaret etmektedir. Bununla ilgili başka kanıtlar da bulunmuştur. Bütün bunlar ani bir iklim değişikliğinin olduğunu göstermektedir. Profesör Frank.C Hibben'e göre son buz çağının sonuna gelen bu devrede, sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara çağlayanlarının 12.500 yıl önce meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras Daglari yaklaşık 10,000 yıl önce meydana geldiler. Karbon 14 testlerine göre, şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11,000 yıl önce sedir ormanları vardı. Bu bölgede yapılan araştırmalarda, Küba yakınlarında denizin 180 metre altında binlerce yıllık antik batık bir şehir bulundu. 1986 yılında Japonya'da (Okinawa) Yonaguni Jima adası yakınında, denizin 25 metre altında Yonaguni Monument olarak adlandırılan antik batık bir yapı bulunmuştur.Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi,İrlanda ve Grönland yakınlarında, deniz diplerinde binlerce yıl önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uymaktadır.

Alıntı